Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Kars’a bağlı Akyaka sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir ilçeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak: 

– Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor? Dedim. 

Hacı anne: 

– Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz dedi. 

Merak ettim, tekrar sordum: 

– Trenden sizin bir yakınınız mı inecek? 

Hacı anne: 

– Hayır, evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz. Turgut Aktaş’tan alıntı. 

Zonguldak'ta her seferinde aynı görüntü! Zonguldak'ta her seferinde aynı görüntü!

 

Anadolu’yu bilen bilir, bilmeyen de kendi bilir, ne kadar anlatsak tam olarak anlatılmış sayılmaz, daha milli mücadele yıllarında kızların çeyizlerini bile orduya bağışladıklarını ve benzeri şeyleri yazsam bu sayfalar yetmez. Savaşta tamamı şehit olduğundan mezuniyet veremeyen liselilerimizin anlatımı basit kelimelerle hiç olmazdı zaten, en güzel anlatımı yine Anadolu yapıyor, ne kadar ağır bir travma yaşasa yine de:  ”Vatan Sağ olsun” Diyebiliyordu. 

 Bütün bunları yaşayan atalarımızın kemiklerini sızlatacak ne kadar kötülükler varsa günümüzde neden yapılıyor, hangi ruh haliyle bir köpeğin ayakları kesilir, hangi ruh haliyle genç bir kız öldürüldükten sonra betona gömülür, sözün özü: Biz ne ara bu kadar zalim, bu kadar acımasız, bu kadar insanlıktan çıktık? Bırakın; Vatan, millet, bayrak aşkını yaratılanı bile sevmez olduk yaratandan ötürü. 

Kısacası aşağıda kabile yaşamı süren dünyanın en geri kalmış Afrika’dan anlatacağım insanlık ve paylaşımcılık örneği ile bitirmek istiyorum. Bilinen bir hikayedir ama ders alınmadıktan sonra bizler yazmaya devam edeceğiz. Çünkü dünyayı güzellikler kurtaracak. 

Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına, birlikte oynayacakları bir oyun önerir: “Ben karşıdaki ağacın altına bir sepet meyve koyacağım, siz de şuradaki çizgide sıralanacaksınız ve yarışın başlaması için benim işaretimi bekleyeceksiniz, ağacın altına ilk hanginiz ulaşırsa, sepetteki ödülü o kazanacak, tüm meyveleri o yiyecek.” dedi. sonra da, çocukların başlama çizgisinde sıralandıklarını görünce “başla” işaretini verdi. O an tüm çocuklar el ele tutuştular, koştular, ağacın altına birlikte vardılar ve sepetteki meyveleri birlikte yemeye başladılar. Antropolog, şaşırmıştı. Neden böyle yaptıklarını sordu: “Ubuntu yaptık” dediler. Antropolog bunu ilk kez duyuyordu. Ne anlama geldiğini sordu. “Birbirimizle yarışa girseydik, yarışı sadece birimiz kazanmış, beşimiz kaybetmiş olacaktık. Beş arkadaş üzülünce, yarışı kazanan bir kişi nasıl ödül meyveyi yiyebilirdi?” dediler ve Ubuntu’nun anlamını açıkladılar. 

Son Bir Not: İki gün önce kaybettiğimiz meslektaşım Mahmut Koltuk’a Allah’tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyorum. 

 

https://www.imzagazetesi.com.tr/yazar-ubuntu-406.html