Çocuk Hastanesinde Doğan Umut Güneşi - Filistinli Müslüman kardeşlerimizin acı hatırasına... Kalbi sıkışıyor, soluk borusundan gelen kesif kanın verdiği basıncın tesiriyle gözleri kararıyordu. Çares...

Çocuk Hastanesinde Doğan Umut Güneşi - Filistinli Müslüman kardeşlerimizin acı hatırasına... Kalbi sıkışıyor, soluk borusundan gelen kesif kanın verdiği basıncın tesiriyle gözleri kararıyordu. Çaresiz ve kimsesiz kalışının, küçülüp küçülüp büyüyen göz bebeğinin ve etrafında gezen buruk ve durgun adımların; çığlıkların tesiriyle terliyor ve eriyordu. Umutsuz bakışların ve karanlık surların arasında buğulu bir ıssızlık çökmüştü; virane hastanenin canhıraş boğuşan sahipsizlerinin gönlüne. Evet, hayatını kimliğine bakmadan tedaviye siper eden Doktor Amir Zeyd -tıpkı söküğünü dikmeye takati kalmayan zavallı terzilerin buruş kırış gömleğinin eksik düğmelerine karşı acziyeti gibi- kalakalmıştı hareketsiz ve sessiz. Belki hatırından geçireceği, ölmeden evvel düşüneceği bir şerit arıyordu kafasında; Hollywood'un girdaplarla örülü soluk kesici tecessüzle gözlerimizi doyurduğu fakat kalplerimizi körelttiği uzun ve ruhsuz filmlerin tumturaklı şeritlerini... Çocukları düşünmek istedi, ne de olsa Muhammed Durra Çocuk Hastanesi zaten hayata gözlerini gazi olarak açmıştı. Tuffah, Gazze, Orta Doğu, kızılla kavrulan acının hummalı izleri, bunları düşünmeye zorladı kendisini. Olmuyordu, koca bir boşluktaydı sanki. Tek bir hayalin izi dönüyordu kafasında; Onbaşı Hasan Camii, Osmanlı'nın son bakiyesi. Yirmi sene evvel tedavi edemediği Muhammed Durra'yı, çocukları; ana babalarının himayesinde sevgi ve merhametle, gufran ve bereketle büyümesi gereken çocukları düşünmek istedi. Ve çocukluğunu; düz yolda dikkatsizliği sebebiyle düşüp bacağını kanatan ve annesinden azar işitip üstüne bir de ondan dayak yiyen mesut günlerini hatırlamak istedi. Olmadı, çünkü zaten böyle bir şey hiç yaşanmamıştı. Giderek unutuyordu Amir ve korkunç bir boşluğa sürüklendiğini hissediyordu. "Dur!" diye haykırdı birden. Zaten perişan, can derdinde, feryatlarla yeri göğü inleten hastane halkı irkildi birden ve hayretle ona doğru baktı. Sanki bir cevap, bir ümit, son bir ilaç bekliyorlardı ondan. Hayatının son anında olduğunu hissetti birden; ölümü hissedermiş ya şehitler... Tükenmiş nefesini var gücüyle toparladı. Soluk borusunu parçalayan şarapneli tek hamlede, cerrah titizliğiyle, çıkardı. Binlerce kanlı hatırayı damla damla toprağa eken havluyu, havlusunu, son bir gayretle boynuna bastırdı ve kurtuluş reçetesini haykırdı sanki; son nefesini verirken: "Osmanlı'nın ayağının son tozu Onbaşı Hasan, ilk ezanımızdı. Otuz iki sene önce nöbeti Türkiye'ye devretti. Unuttuğumuz gün, unutulduğumuz gün olur!" Ve ardı arkası kesilmeyen tekbir sesleri... Güneş bulutları yakıyor ve kaçıyordu karanlık. Kahır pençesinde saçılan alevler umudun ve aydınlığın habercisiydi.