Belki Batı'nın en önemli vasfı yüzyıllarca gözümüzün önünden kaçırılmıştı pervasızca; taklit medeniyeti olmayışı. Evet, hırsız içeride olunca, kapıya kilit dayanmamıştı... Peki idrakimizi mahpus kıla...

Belki Batı'nın en önemli vasfı yüzyıllarca gözümüzün önünden kaçırılmıştı pervasızca; taklit medeniyeti olmayışı. Evet, hırsız içeride olunca, kapıya kilit dayanmamıştı... Peki idrakimizi mahpus kılan hakikat neydi? Meşhur Fransız fizikçi Pierre Curie, Orta Çağ karanlığını güneş gibi parlatan Müslüman âlimlere hayranlığını şöyle dile getirmişti: "Müslüman Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçaladık. Şayet yakılan milyonlarca kitabın yarısı kalsaydı, çoktan galaksiler arası seyahat ediyor olacaktık." Fakat Batılı bilim adamları ve mütefekkirler nedense yelkenlerini 'Doğululaşmak' gibi bir tabire ve gayrete indirmemişlerdi. 'İlim insanlığın ortak hazinesidir' düsturunu bizden iyi kavramışlar ve kültür mirasını bırakıp Şark konağına hicret etmeyi düşünmemişlerdi. Biz neden onların ilerleyiş şeklini kavramaktan acizdik? Acaba asıl sebep, Batı'nın Türk kimliğiyle devlet kademelerini işgal ettirdiği maskeli piyonlarını göremeyişimiz miydi? Osmanlı 18. yüzyıldan itibaren Batılı ülkelere peyderpey verdiği ticari tavizler neticesinde büyük bir yıkıma doğru gidiyordu. Osmanlı toprakları onların açık pazarı haline gelirken fikirlerin bedavadan dağıtımı da hız kazanıyordu. Milliyeti nisyân ederek her işimizde Efkâr-ı firenge tebaiyyet yeni çıktı (Ziya Paşa) Sadece Bâb-ı Âli'nin tercüme odalarında Fransız roman ve tiyatrolarını çeviren bir enkaz yığınından başka bir netice beklemek mümkün müydü? Bu serüven 'Muasırlaşmak' gibi gösterişli ve cezbedici bir kelime etrafında şekillenmişti. Fakat gerçekte olan, 'Çağdaşlaşma'yı 'Batılılaşmak' zanneden 'Zavallılar' eliyle Batı'dan devşirilen ithal kanun ve kurumları -geçmişi iki bin küsür seneye dayanan Türk devlet geleneğinin süzgecinden geçirme zahmetinde bulunmadan- faal bir hale getirmekten ibaretti. Devlet Bahçeli Bey’in 01.12.2020 tarihinde Meclis Grubunda milletvekillerine hitaben yaptığı şu konuşma, bu meseleye şöyle değinmişti: “19. yüzyılda vezirlik, nazırlık, sadrazamlık görevlerini üstlenmiş Saffet Paşa, medeni bir ülke hâline gelmek için Avrupa’nın bütünüyle kopya edilmesini ısrarla tavsiye ve tembih etmişti. Öze değil kabuğa bakmıştı, mazrufa değil zarfa kafa yormuştu. Elbette akıl tutulmasına ve teslimiyetçilik anaforuna düşen yalnızca bu Paşa değildi. Tanzimat ve Meşrutiyet süreçlerinin kategorik biçimde savurduğu devlet ricali maalesef çareyi kendi özünde, kendi değerlerinde, hemen yanı başında duran millî ve manevi hasletlerde görmedi, göremedi. Ya görmesini bilemediler, ya da gördüklerini özümsemediler. Ruh kökleri tarih ve milletle bir olan fikir ve siyaset adamları için haysiyet, abeste direniş değil hakikate gönüllü teslimiyettir. Aydın geçinen zavallılar, Batılı dostları alınmasın diyerek tarihi boyunca birikmiş dev hazineleri, haşmet ve görkem aydınlığıyla parlayan muzaffer geçmişi utangaç çocuk edasıyla gizlemeye çalıştılar...” Ya sonrası... Eğitim Batı kaidelerine emanet edildi; askeri ve siyasi nizam onların ellerinde büyüyüp gelişen kelepçeli ruhların, kendinden başka doğru tanımayan Orta Çağ fideizminin, kanatlarına bırakıldı. Misyonerlik faaliyetleri neticesinde kendine düşman bir zümre tesis olundu. Maalesef, güneş balçıkla sıvanamadı; Tanzimat (1839) ve Islahat'la (1856) beraber 'Muasırlaşan ve Batılılaşan' güzide imparatorluğumuzun Batı'nın romanından musikisine bir yığın 'değer'iyle hemhal olup 'çağdaşlaşma'sı seksen sene ayakta kalmasına yetmedi ve 'Fatih'leriyle çağları aşan Devlet-i Âliyye, medeniyetler mezarlığı olan tarihin talihsiz sularına intikal etti. Unutulan neydi? Tanzimat Dönemi'nde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun başvekili olan Osmanlı dostu Prens Metternich, bir mektubunda, yok oluşa sebep olacak hadiseler silsilesini bizden evvel tahmin etmiş ve o devir aydınlarının hatırına getirmeyi zul saydığı esası âdeta haykırmıştı: "Avrupa'yı taklit etmeyin. Siz aslınıza, milli ve manevi değerlerinize dönün. Türk kalınız! Bizi taklit ederseniz, Osmanlı yıkılır!" Nasıl oluyor ki, on yıllarca öve öve bitirilemeyen Tanzimat Devri'nin Batılı münevverleri Prens Metternich kadar önsezi sahibi olamamıştı? Üç kıtaya hükümran olan bir medeniyetin varislerinin kendisine bir yön, kutup tayin etme gayreti nereden gelmekteydi? Tanzimat'tan bu yana süregelen, 'Müslüman mintanı giyen şeytanlar' eliyle ısıtılıp ısıtılıp servis edilen ve iki asır aydınlarımızın zihnini heba eden Doğu-Batı kavgası, milli mefkûreleri unutturmak için kurulan bir tuzak değil de neydi? Bizler devşirme bir medeniyetin değil, sinsice devşirilen bir zihniyetin esaretine iki asır boyun eğdik. Kaybedilen milyonlarca kilometre kare topraksa sadece neticeydi, güçlenir geri alırdık ecdadımızın kanıyla yoğrulan toprakları. Türk aydını ruhunu kaybetti, ruhumuzu... Şimdi tespih tanesi gibi dökülen şahsiyetimizi avuçlarımızla topluyoruz.   Yazan: Cüneyt Akçatepe